Bir Şiir

Posted by Birileri Beni Sustursun | Posted in | Posted on 02:04

0

Şu sıralar pek vaktim olmamasından dolayı yazamıyorum, o yüzden 1 hafta veya 10 gün boyunca sizlerle her gün 1 şiir paylaşacağım, umarım beğenirsiniz.. İşte ilk şiir :

Neredeyim dersin?
Cennet mi, cehennem mi?
Cehennemde olduğumu düşünüyorsun
Evet, kiliseye giderdim. Ama sadece zorunda olduğum için
Aslında tanrıya hiç inanmadım
Yani, terfi etmek için memnun etmem ya da etkilemem gerekmiyordu
Bildiğim tek tanrı çirkin pantolon giyen asabi bir palyaço
Ve bütün esprileri birbirinin aynı
Sanırım bu yaklaşımla kesinlikle cehenneme giderim
Bunun iyi tarafı ise şu,
Orada seni bekleyen tanıdık bir yüz olacak...

Yeşilçam ve Mükemmel Ödülleri (!)

Posted by Birileri Beni Sustursun | Posted in | Posted on 15:22

0

Bir Yeşilçam ödülleri daha sahiplerini buldu, ama ben başlıktan anlaşılacağı gibi yine mutsuzum. Yine ödüllere itirazım var. Aslında pek fazla da değil, sadece 1 tane ödüle itirazım var, ama o ödül de öyle böyle bir ödül değil, yılın filmi ödülü, en önemli ödül de denebilir. Öncelikle şunu belirteyim, yılın filmi ödülü adayları şunlardı : Güneşi Gördüm, Hayat Var, İki Dil Bir Bavul, Nefes: Vatan Sağolsun ve Vavien. Benim bu daldaki favorim Vavien idi, ama belki şu an ülke gündeminde açılım söz konusu olduğundan İki Dil Bir Bavul filmi de alabilir diyordum, ama asıl favorim Nefes: Vatan Sağolsun filmiydi. Peki en büyük favorim Nefes filmi iken neden verilen bu ödüle itiraz ediyorum ? Çünkü Nefes filminin en büyük favorim olmasındaki sebep, çok çok iyi bir film olması değil, aksine Türkiye'deki milliyetçilik duygusu, askerimize olan sevgimizdi. Biz Türkler de her işe duygumuzu kattığımızdan dolayı bu ödülün ona verileceğini adım gibi biliyordum.

Nefes filminin bu ödülü aldığından mutsuz olmamın sebebi, bu filmin tam da şehit verdiğimiz asker sayısı arttığı zaman da gündeme gelmesi, çekilmeye başlanması, ve şehitlerimizin sayısının maksimum seviyeye ulaştığında vizyona girmesi, ki böyle filmler hep böyle zamanlarda ortaya çıkar zaten, örneğin Atatürk filmleri, belgeselleri. Tam da Atatürk'ümüz, Atatürkçülüğümüz elden gidiyor tartışmaları varken bir bakmışsın bir film çekilmiş ve vizyona girmiş, seyirci koşa koşa gitmiş. Zaten böyle filmler yapmak için senaryoya dahi gerek yok, böyle oyunculara da gerek yok. Hiç bir fikir üretmeye gerek olmayan bir senaryoya sahip olan bir filmin en iyi film ödülü almasından bahsediyoruz burada. Tıpkı The Hurt Locker filmi gibi. Amerikalıların gözünden Amerika-Irak savaşını anlatan bir film Oscar'da en iyi film ödülünü kazandı. Ona da şaşırmadım tıpkı Nefes filminin bu ödülü kazanması gibi.

Aslında bu ödüllere pek de itiraz etmeye gerek yok. Güzelim ülkemde en çok izlenen film Recep İvedik gibi bir film olduktan sonra, En İyi Film Ödülünü bu filmin almadığına dua etmek lazım. Yurtdışında ödülleri silip süpüren Yumurta, Süt, Bal, Pandora'nın Kutusu gibi filmler seyirci bile toplamazken, osuran bir adam görüp gülmeye giden 3 milyon küsur insan var ne yazık ki. Zaten saydığım filmlere giden izleyici bir bok anlamadım deyip filme sayıp sövüyor, nasıl almış anlamadım bu ödülleri diyor, ama durup da kendinde bir kabahat aramıyor. Ama olsun, (Nefes) Vatan Sağolsun. Biz beyaz perdede osuran birini görüp gülmeye devam edelim boşverin.

Herbokubilenadam'ın dediği gibi : "Memleketin en çok gişe yapan filmi Recep İvedik, en popüler yönetmeni Sinan Çetin, film eleştirmeni Ömür Gedik. E ne bok yemeye şaşıyorsun hala?"

Gani Müjde'nin Paylaştığı Güzel Bir Söz : Ömrü daim olsun hocam Lütfi Akad "Film at değildir ki yarıştırılsın" demişti.O günden beri yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim.

(Bu arada Pandora'nın Kutusu filminin başrol oyuncusu 91 yaşındaki hanım teyzemizin bu ödüllere aday bile olmaması çok garip)

İşte ödüller ve sahipleri:

EN İYİ FİLM

Nefes : Vatan Sağolsun

EN İYİ YÖNETMEN
Reha Erdem-Hayat Var

EN İYİ MÜZİK
Atilla Özdemiroğlu-Vavien

EN İYİ KADIN OYUNCU
Binnur Kaya-Vavien

EN İYİ ERKEK OYUNCU
Mert Fırat-Başka Dilde Aşk

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU
Cemal Toktaş-Güneşi Gördüm

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
Derya Alabora-Pandora'nın Kutusu

EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ
Soykut Turan-Güneşi Gördüm.

EN İYİ SENARYO
Engin Günaydın-Vavien

EN İYİ GENÇ YETENEK
Elit İşcan- Hayat Var

TURKCELL İLK FİLM ÖDÜLÜ
Nefes: Vatan Sağolsun-Levent Semerci

Trainspotting

Posted by Birileri Beni Sustursun | Posted in | Posted on 12:45

0


Ntvmsnbc.com sitesinde şöyle bir haber gördüm : "İncil'den çok satmayı hak ediyor." Açtığımda ise bunu hak edenin Trainspotting adlı kitap olduğunu gördüm. Gördüm ama şaşırmadım. Okuyanlar anlar neden şaşırmadığımı veya filmini izleyenler de anlayabilir, ama okumayanlar anlayamaz, aslında "okumayanlar" hiç bir şeyi anlamazlar ama o başka bir konu. Bu haberin sebebi ise yepyeni çevirisi ve özel baskısı ile tekrar piyasaya sürülmesi.

Peki Trainspotting nasıl bir kitap ? İnternet sitelerinde ve kitabın kapağında yazılanlara göre şöyle :

Dibe vurmaktan çekinmeyenlerin öyküsü

Bugüne değin yazılmış en iyi kitap! İncil’den çok satmayı hak ediyor.(Rebel, Inc.)

Yaşamlarını, kariyerleri ya da ilişkileriyle anlamlandırmaya çalışanlara inat, bambaşka bir şeylerin üzerine şeytan arabalarıyla tam gaz gidenlerin çarpıcı, unutulmaz, kafası güzel ve hazmı zor hikâyesi Trainspotting.

Yani bu kitapta halkın sıradan kesimin deyişle, kaybedenler var, uyuşturucu var, seks var, hap var. Yani sıradan hiç bir şey yok. Büyük satış beklentileri olmaksızın yayınlanmış ama kısa sürede çok satanlar listesine girdi, kısa sürede kültleşti, eleştirmenlerden tam not aldı ve en önemlisi, en güzeli, prestijli edebiyat ödülü Booker jürisinin bazı mensuplarını rencide ettiği gerekçesiyle adaylar listesinden çıkartıldı. Ki nerede rencide olan mensuplar varsa orada bir hayır vardır. Sahi söylüyorum. Herhangi bir şey, bir film, bir kitap, bir neden ile adaylar listesinden çıkartılsın orada bir gerçek, orada bir mükemmeliyet vardır.

Kitaptan bir kaç alıntı :

'Hayat sıkıcı ve anlamsız. Büyük umutlarla başlıyoruz, sonra çuvallıyoruz. Hepimiz bir gün büyük sorulara cevap bulamadan öleceğimizi keşfederiz. Hayatımızın gerçeğini farklı biçimlerde yorumlayacak dolambaçlı düşünceler geliştiririz, bedenimizle büyük şeylere, gerçek şeylere dair kayda değer bir bilgiye uzanmaksızın. Aslında, kısa ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayat yaşar, sonra da ölürüz. Kendimizi her şeyin tamamen anlamdan yoksun olmadığına inandırmak için hayatlarımızı bokla doldururuz; kariyerle, ilişkiyle falan...


…" Bizi seç. Hayatı seç… Çamaşır makinesi seç, araba seç, bir kanepeye oturup ağzına berbat şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve ruh çökertici aptal televizyon programları seyretmeyi seç. Bir huzur evinde üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi, bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir utanç kaynağı olmayı seç. Hayatı seç.

İyi de, ben hayatı seçmemeyi seçiyorum"

Jerome David Salinger

Posted by Birileri Beni Sustursun | Posted in | Posted on 11:57

0


Başlıkta da yazdığı gibi, fotoğraf Jerome David Salinger'a ait. Aslında bulup bulabileceğiniz tek fotoğrafı da bu. J.D.Salinger adı ile ilk kez bir kitapçıda karşılaştım. Bir kitap vardı, sade, turuncu bir kapak, üzerinde kitabın ve yazarın ismi dışında hiç bir şey yazmayan, içinde yazar hakkında bir bilgi dahi bulunmayan, arka kapakta kitap hakkında hiç bir şey yazmayan bir kitaptı bu. İsmi "Çavdar Tarlasında Çocuklar" idi. Bu gizem ilgimi çekti tabi. İlk sayfayı açtım ve okumaya başladım, giriş cümlesi şöyle idi : "Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan sıkılıyorum." Evet, kitap böyle başlıyordu ve bana nedense çok samimi gelmişti(sonradan öğrendim ki herkese samimi gelmiş). Kitabı satın almamla eve koşmam bir oldu ve hemen kitabı okumaya başladım. Sanki kitabı ben yazdım, tamamen beni anlatıyordu sanki, yaşadıklarımı, hislerimi filan yani. 3-4 saatte bitirdim kitabı. Yazar hakkında araştırma yaptım, diğer kitaplarını buldum, onları aldım, onları da 3-4 saatte bitirdim. Yazdığı kitaplar bitmişti artık, okumuştum hepsini yeni kitabı çıkar mı çıkacak mı diye araştırayım derken, yazarın 1965'ten beri bir şey yayınlamadığını, 1974'ten beri de röportaj vermediğini öğrendim. Ki bunu zaten kitaplarında da yazmıştı aslında, "Çavdar Tarlasındaki Çocuklar" kitabında insanlar, toplum, arkadaşlık, ilişkiler hakkında gerçekçi tespitlerde bulunmuş, toplumun samimiyetsizliğinden ve ikiyüzlülüğünden dem vurmuştur.

Buna örnek olarak kitapta geçen bir kısmı yazayım:

Ortalık oldukça sessizdi, çünkü bizim Ernie piyano çalıyordu. Herifin piyanoya oturması bile, Tanrı aşkına, kutsal bir şeydi sanki. Yani, hiç kimse onun kadar iyi çalamazdı. Piyanonun önünde kocaman lanet bir ayna vardı, Ernie`nin suratına da iri bir spot lamba çevirmişlerdi, böylece o piyano çalarken suratını seyredebiliyordunuz, parmaklarını değil ama; o kocaman moruk suratını yalnızca. Yemin ederim, ben bir piyanist ya da aktör filan olsaydım ve bu sersemler de benim olağanüstü biri olduğumu düşünselerdi, bu durumdan nefret ederdim. Beni alkışlamalarını bile istemezdim. Ben piyanist olsaydım, gider bir kenefe kapanır, öyle çalardım.

İşte J.D.Salinger da buradaki Ernie gibi olmaktan hep kaçmıştır. Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabı çok satanlar listesine girdikten sonra, bütün medya peşinden koşmuş ve Salinger da bundan sıkılarak, kitapta yazdığı bir deyişle kendisini bir bakıma kefene kapatmıştır. Fakat bu kaçışı kendisine olan ilgiyi azaltmak yerine maksimum seviyeye taşıdı. Ama kimse onun hakkında bir bilgi bulamıyor, hatta hayranlarından Salinger'ı bulmak için özel dedektif tutanlar bile oluyordu. İşte ben de dedektif tutamasam da her gün Türkçe olsun İngilizce olsun bütün kaynaklardan Salinger hakkında haber arıyordum. En son haberini Terminatör 3 filminde kendi gösterdi diye okudum. Muhabir yanına gitmiş ve biraz sohbet etmişler, yazılarınız var mı diye sorduğunda hava da ne güzel değil mi falan diyerek konuyu değiştirmiş. Yani yazıp yazmadığını öğrenemedim. Ama bir kaç hafta sonra, ne yazık ki kötü bir haberle karşılaştım. Salinger ölmüştü. Öldükten sonra, kendisini inzivaya çekmesine rağmen devamlı yazdığı ve bunların kitap olarak yayımlanacağı haberi geldi. Hem de az uz yazmamış, en az 10 kitabının basılması gündemdeymiş yazarımızın. (Kaynak: http://www.taraf.com.tr/haber/46816.htm ) Ama şu anda benim düşündüğüm nokta şu oldu, Salinger yazdıklarının yayımlanmasını isteseydi, zaten hayattayken yayınlardı bunları, o öldükten sonra bu kitapları alıp okumak ona sanki yamuk yapacakmışım hissi veriyordu bana. O yüzden yayımlanmasına sinir oldum bu kitapların yayımlanmamalıydı, yayınlansa bile ben almayacaktım kitaplarını, okumayacaktım, ona yamuk yapmayacaktım. Çünkü o bunu istemezdi. Ama bir kaç gün sonra şöyle de bir haber çıktı : "Salinger hayattayken, kendisi öldükten sonra yayımlanmasını istediği yazılarını, bizzat editleyip işaretlemiş".

Neyse konuyu yine nereden nereye getirdim ben, Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabında bir bölüm daha vereyim size :

...
Buluşmaya gittiğimde vakit daha erkendi, ben de lobide saatin yanındaki deri koltuklardan birine oturup kızları seyrettim... Bir sürü okul çoktan tatile girmiş, millet evine gelmişti, yaklaşık bir milyon tane kız oturarak veya ayakta, buluşacakları oğlanların gelmesini bekliyordu... Bacak bacak üstüne atmış kızlar, felaket bacaklı kızlar, rezalet bacaklı kızlar, harika görünen kızlar, bir tanısanız ne orospu olduğunu bileceğiniz kızlar... Gerçekten güzel bir manzaraydı, beni anlıyorsanız eğer... Bir bakıma, biraz da moral bozucuydu, meraka düşüyordunuz... Yani liseden veya üniversiteden sonra... Heralde çoğu, sersem heriflerle evlencek diyordunuz... Hep o lanet arabalarının mil başına kaç litre benzin yaktığından bahseden herifler... Golfte ya da pingpong gibi salak bir oyunda size yenildikleri için çocuk gibi kızan herifler... Çok ters herifler.. Çok sıkıcı herifler.. Hiç kitap okumayan herifler..

İşte J.D.Salinger'ı neden bu kadar çok sevdiğimi şu renkli yazıları, yani kitaptan yaptığım alıntıları okuyarak anlayabilirsiniz. Çünkü o hayatı, dünyayı gerçekten görmüş, çözmüş bir insandı. Tabi benim fikirlerim de onunla aynı olduğu için öyle düşünüyor olabilirim. Ama şu yazıya katılmamak elde mi şimdi ? Yani erkekler hakkında olanlarını en azından. Örneğin benim çevremdeki çoğu erkek öyle, sadece futbol, araba, kız konuşan tip var hep, zaten kitap okuyan insan da yok artık. Yine sinirlendim ben şimdi.

Salinger Kitapları

Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar

Franny ve Zooey

Dokuz Öykü

Çavdar Tarlasındaki Çocuklar


Salinger'dan Son Bir Alıntı

Sonunda artık buralardan çekip gitmeye karar verdim. Karar verdim, eve artık hiç gitmeyecektim, yeni bir okula daha gitmeyecektim. Karar verdim, yalnızca Phoebe'yi bir görüp ona hoşça kal filan diyecek ve ona Noel harçlığını geri verecektim, sonra da otostop yaparak batıya gidecektim. Ne yaparım dedim, Holland Tüneli'nin oradan otostopla bir yere kadar gider orada inerdim, sonra bir daha, sonra bir daha derken, birkaç gün içinde batıda güneşli bir yerde, beni tanımayan insanların arasında bir iş bulurdum. Bir yerlerde, bir benzin istasyonunda bir iş bulurum diyordum, arabalara benzin, yağ filan doldururdum. Nasıl bir iş olursa olsun, farketmezdi zaten. Kimse beni tanımasın, ben kimseyi tanımayayım, bu yeterdi. Düşündüm, sağır-dilsizmişim gibi numara yapardım. Böylece, hiç kimseyle o salak konuşmaları yapmak zorunda kalmazdım. Biri bana bir şey demek istediğinde bir kâğıda yazar, bana uzatırdı. Bundan bir süre sonra sıkılınca da, ömrümün sonuna kadar insanlarla konuşmaktan kurtulurdum. Herkes beni sağır-dilsiz herifin teki sanır, beni rahat bırakırdı. Salak arabalarına benzin, yağ filan doldururdum, onlar da bana bir maaş verirlerdi. Kazandığım parayla bir yerlerde kendime küçük bir kulübe yapar, ömrümün sonuna kadar orada yaşardım. Ormanın hemen yakınında yapardım kulübeyi, fazla içerlere yapmazdım, çünkü daima güneşli bir yerde olmak istiyordum. Kendi yemeğimi kendim pişirirdim, eğer evlenmek filan istersem de, gider kendim gibi sağır-dilsiz bir kız bulur, onunla evlenirdim. Kulübede benimle yaşardı, bana bir şey demek istediği zaman, herkes gibi o da lanet bir kâğıda yazardı. Eğer çocuklarımız olursa, onları bir yerlere saklardık. Onlara bir sürü kitap alırdık, okuma-yazmayı biz öğretirdik.


Salinger'dan Bir Söz (En Sevdiğim)

Sakın kimseye bir şey anlatmayın, herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.


Salinger'a Selam Eden Şarkılar: http://www.hafifmuzik.org/?p=6175


Salinger'dan Bir Cevap : "Çavdar Tarlasında Çocuklar" kitabının filmini çekme için telif hakkını almak isteyen bir kişiye şöyle cevap vermiştir : " Holden (Kitabın baş kahramanı) beğenmez diye korkuyorum, veremem"

Forrest Gump

Posted by Birileri Beni Sustursun | Posted in | Posted on 15:04

0









Trailer




Film bir tüyün havada süzülüp süzülüp otobüs bekleyen kişinin ayakkabılarının üzerine düşmesiyle başlıyor. Daha sonra yanına otobüs beklemek için gelen kişi ile sohbete girmesi ile o kişinin filmin adını alan Forrest Gump olduğunu öğreniyoruz. Yanındaki kişiye -ki bu kişiler otobüslerinin gelmesi ile değişiyor, ta ki en son yaşlı bir teyzemiz Forrest Gump'ın anlattıklarını beğenip dinlemek için bir sonraki otobüse binmeye karar vermesine kadar- hayatını anlatarak biz de Forrest'ın çocukluğunu, lise-üniversite yıllarını, ordudaki yıllarını yani bugüne, bu otobüs durağına nasıl geldiğini öğreniyoruz ve tabi bundan sonra neler oluyor onları da görüyoruz. Filmi bir kaç bölüme ayırabilir aslında, hatta ayıralım:

Çocukluğu
Forrest'ı çocuk olarak ilk gördüğümüzde bacaklarında bir sorunu olduğunu öğreniyoruz. Bacaklarında tel vardır ve bizim gibi rahatlıkla yürüyemez. Ayrıca IQ'su da 75tir. Toplum ağzı ile söyleyecek olursak aptaldır. Okulun ilk gününden itibaren dışlanmıştır ki sadece bir kişi onunla konuşmaktır o da Jenny'dir. Forrest'ın dediğine göre ikisi köfte-patates gibidir. Jenny ile ikisi bir gün yürüyüp konuşurken okuldan çocuklar gelip ve Forrest'a taş atmaları, Jenny'nin "Run Forrest, run" diye bağırması ile hem bir mucizeye tanık oluruz hem de filmde en çok duyacağımız bir cümleyi ilk defa duymuş oluruz. Buradaki mucize Forrest kendisini kovalayanlardan kaçarken bacaklarındaki tellerin kopmasıdır ki ayrıca çok da hızlı koşabilmesidir. Artık her yere koşarak gidecektir.

Bir Sahne

Otobüs Şoförü Bayan : Binecek misin ?

Forrest : Annem yabancıların arabalarına binmememi söylerdi.

Otobüs Şoförü Bayan : Bu, okul otobüsü.

Forrest : Ben Forrest, Forrest Gump.

Otobüs Şoförü Bayan: Ben de Dorothy Harris.

Forrest : Artık birbirimize yabancı değiliz.


Lise-Üniversite Dönemi
Lise dönemi yine çocukluk dönemindeki gibi bir kaç kişinin Forrest'a taş atmaları ile başlar. Tabi ki Forrest yine koşarak kaçmaya başlar ve kaçarken Amerikan Futbol sahasında antreman yapanların arasından da geçer ve bu koşuyu gören takım sorumluları Forrest Gump'ı keşfeder. Kendi deyişle : "İnanabiliyor musunuz ? Üniversite de gittim." Evet bu zekası ile üniversiteye bile gitmiştir, ama üniversite yılları amerikan futbolu oynayarak geçer ve mezun olur.


Üniversite yıllarındaki en güzel sahne yukarıdaki sahnedir, futbol maçı vardır ve topu Forrest'a verirler, Forrest'ın görevi de koşup topu sayı yapmaktır. Ama ! Ama Forrest'a koşma talimatını seyirciler bağırarak veya resimde gördüğünüz gibi pankart ile verirler. Hatta sayı olduğunda Forrest bunun farkına varmadığı için Forrest'ı seyirciler Dur Forrest diyerek durdururlar.
Forrest Amerika Karması'na bile çağrılır, ABD'nin başkanı Kennedy ile bile tanışır ama nasıl bir tanışma o ? Kennedy ile tanışıp konuşacağı sırada çişi gelmiştir, Kennedy'nin "tebrikler, nasılsın" sorusuna "çişim var" diyerek cevap verir, böyle bir insandır Forrest Gump.

Ordu
Forrest Gump'ın orduya girişi üniversiteden mezun olduğu gün, bir ordu görevlisinin yanına gelip tebrik etmesi ve "geleceğin ile ilgili düşüncelerin oldu mu" sorusu ile başlar. Vietnam'a gönderilir. "Bubba" ile tanışır ama bir saldırı sırasında Bubba'yı kaybeder. Aynı saldırıda Teğmen Dan'i kendisi istememesine rağmen kurtarır. Teğmen Dan bacaklarını kaybeder ve Forrest'a lanet eder, çünkü o onurlu bir şekilde ölmek istemiştir, bacaklarını kaybetmek değil. Bu arada Forrest onur madalyasına layık görülmüştür. Yolu yine Beyaz Saray'dır.

Amerikan başkanı madalyasını takarken aralarında şöyle bir konuşma geçer:

A.B: Amerika size büyük minnet borçlu evlat. Anladığım kadarıyla yaralanmışsın. Nerenden vuruldun ?
F.G: Kıçımdan, efendim.
A.B: Müthiş bir görüntüydü herhalde. Görmek isterdim.
(Forrest da bunu duydu tabi ve başkana arkasını dönüp kıçını gösterir.)

Tören sonrasında başkenti gezen Forrest yanlışlıkla savaş karşıtı hippilerin arasına karışır ve toplantı alanında konuşma yapar ama biz bu konuşmayı duyamayız(Ama duymak isterdim şahsen). Konuşmayı bitirdiğinde Jenny'i görür ve yıllar sonra tekrar köfte-patates gibi olurlar. Kara Panterlerin toplandığı binada Jenny'i tokatlayan kişiyi feci şekilde döver. Bütün gece dolanırlar ama sabah olduğunda yine ayrılık vakti gelmiştir.

Bu arada Forrest kendini pinponda feci bir şekilde geliştirmiştir, o kadar geliştirmiştir ki ordu, Amerikan milli pinpon takımına girmesine karar verir ve ünlü olur, programlara çıkar. Bu programda John Lennon'ı da görürüz. Programdan sonra Teğmen Dan'i görür ve tabi ki Forrest'a hala kızgındır ama yılbaşı gecesi eve getirdikler kadınlardan birinin Forrest'a "aptal mısın nesin" demesi ve Teğmen Dan'in buna sinirlenmesi ile aralarındaki buzlar erir. Pinpon'a dönersek, Amerika Milli Takımı oyuncuları Nixon tarafından Beyaz Saray'da ödüllendirilir ve Forrest Gump'ın yolu yine Beyaz Saray'a düşer. İlginçtir ki başkan Nixon ile aralarında komik bir diyalog geçmez bu sefer. Bir subayın getirdiği kağıt ile ordu döneminin bittiğini öğrenir.


Forrest eve döndüğünde raket firmaları reklam anlaşması için sıraya girmiştir. Annesi kabul ettirir ve reklam sayesinde 25000 dolar kazanır. Bubba'ya verdiği sözü tutar bu para ile. Balıkçık teknesi alır. Teğmen Don bunu öğrenmiştir, ve önceden Forrest'a "eğer sen kaptan olursan ikinci kaptan olurum" demiştir, ve Forrest'ın yanına gider, artık Forrest ve Teğmen Dan bir ikili olmuşlardır. Beraber karides tutmaya çalışırlar. Bir fırtına sonrası bütün tekneler paramparça olur ama bir tanesi hariç ! Sadece Forrest Gump'ın teknesi sağlam kaldığı için artık bütün karidesleri onlar tutar, zengin olurlar. Ama kötü bir haber gelir, Forrest'ın annesi hastadır ve ölür. Artık Forrest kocaman evde kendi başına yaşamaktadır ki Jenny çıkagelir. Yine köfte-patates olurlar. Forrest evlenme teklif etmesine rağmen Jenny kabul etmez ama o gece Forrrest ve Jenny birlikte olur ve ertesi gün Jenny habersizce evden ayrılır. Bir kez daha gitmiştir. Uyandığında Jenny'i bulamayan Forrest koşmaya kadar verir, koşar koşar ve koşar.. Üstelik herkesi peşinden sürükler ama yıllar sonra birden durur ve "Yoruldum, eve dönmek istiyorum" der ve koşusu biter. (Tabi koşu sırasında büyük keşifler olur, örneğin bir adamın "shit happens" fikri aklına gelmesi veya bir diğerinin "gülen yüz" baskısı ile tişört çıkarması ve zengin olması)


Forrest eve döndüğünde Jenny'den kendisini ziyaret edip edemeyeceğini öğrenmek için mektup alır ve şimdiki zamana yani otobüs durağına döneriz. Jenny'nin yanına gider ve bir oğlu olduğunu öğrenir-adını da Forrest koymuştur. Ama Jenny'nin Forrest'ı asıl çağırma sebebini sonradan öğreniriz, Jenny ölüyordur, Forrest'a evlenme teklif eder, evlenirler, eski evlerine taşınırlar. Bir kaç hafta/ay sonra Jenny ölür. Forrest oğlu Forrest ile baş başa kalır, artık yalnızca ikisi vardır. Filmimiz de küçük Forrest'ın okul otobüsüne binmesi ile biter.

Filmden Notlar

Forrest Gump'ın IQ'su düşük olmasına rağmen hayatını büyük başarılarla doldurmuştur. 3 kez Beyaz Saray'a davet edilmiş, ödül almış, futbol takımında Amerika karmasına seçilmiş, pinponda Amerika Milli Takımını temsil etmiştir. Ama Jenny, Forrest'dan daha zeki olduğu ortada iken, hayatı boyunca yanlış seçimler yapmıştır. Hiç bir şeyde tutunamamıştır. Bu da filmde geçen bir sözü hatırlatıyor, "Aptallık yapan aptaldır".

Orduda Forrest Gump'ın emredilen her şeye evet demesi, ve sorulan sorulara öğrendiği gibi cevap vermesi sonrasında, karşısındaki üst seviye asker "tam istediğim cevap, senin IQ'n 160 falan olmalı" demiştir. Burada da sanki bir gönderme olmuş hissi yarattı bende. Askerlikte en iyi olmak için en aptal olmalısınız dercesine bir mesaj aldım ben, tabi siz katılır mısınız bilemem.

Bacaklarını kaybeden bir insanın hayattan nefret etmesi, ama sonrasında hayat ile barışmasında da hayatta ne olursa olsun, başınıza ne gelirse gelsin, yaşamaya devam edin, mesajı vermişler. Bir bakıma haklılar da aslında.

Filmin Sözü

Life is like a box of chocolates,you never know what you're gonna get.
Hayat bir çikolata gibidir, içinde ne olduğunu asla bilemezsin.